5 Temmuz 2014 Cumartesi

Bir Nefretin Nedenleri

“Demokrasi” olarak kendilerini adlandıran ve bu demokrasi terimiyle, yasaya dayanmayan ya da dinsel yasalara dayanan devletler tarafından yönetilen toplumlardan kendilerini ayrıştıran toplumlar ve devletlerde yaşıyoruz. Bu “demokrasiler”in içinde, durumu besbelli ki vahim olmayan ve başka yasalar altında yaşamayı hiç istemeyen, ama insanlığın başındaki bütün belalar için her gün tek bir kötülüğü, demokrasi adı verilen kötülüğü suçlayan egemen entelijansiyayı nasıl anlayabiliriz?

Meseleleri sırasıyla ele alalım. Demokrasilerde yaşadığımızı söylerken tam ne demek istiyoruz? Kelimenin kesin anlamıyla ifade edecek olursak, demokrasi bir devlet biçimi değildir. Daima söz konusu biçimlerin berisinde ve ötesindedir. Demokrasi, oligarşik devlet için hem gerekli olan ve bir o kadar da unutulması gereken eşitlikçi temel söz konusu olunca, berisindedir. Buna karşılık, kamusal alanı tekeli altına alıp politikadan arındırmaya meyilli her devlete karşı harekete geçen kamusal etkinlikte olduğu gibi, ötesindedir. Her devlet oligarşiktir. Demokrasi ile totaliterlik arasındaki karşıtlığın kuramcısı bunu canı gönülden kabullenir: “Bir anlamda oligarşik olmayan bir düzen yaratmak imkânsızdır’’[1]. Ne var ki, oligarşi demokrasiye az ya da çok yer verir; demokratik etkinlik tarafından az ya da çok etkilenir. Bu anlamda, anayasal biçimlerin ve oligarşik hükümetlerin pratiklerinin az veya çok demokratik oldukları söylenebilir. Genellikle temsili sistemin varlığı anlamlı demokrasi ölçütü olarak ele alınır. Lâkin, bu sistemin kendisi de değişken bir uzlaşmadır, karşıt güçlerin bileşkesidir. Temsili sistem, hiç kimsenin ve herkesin gücü olmaya yaklaştığı ölçüde demokrasiye meyilli olur. Bunu aklımızda tutarak bakarsak, bir temsili sistemin demokratik olduğunu ilan etmesini mümkün kılan asgari şartları sayabiliriz: Kısa süreli, yenilenemeyen, birden fazlasına aynı zamanda sahip olunamayan vekâlet; halkın temsilcilerinin yasaların oluşturulması üzerinde tekeli; devlet memurlarının halkın temsilcisi olmalarının yasaklanması; seçim kampanyalarının ve seçim harcamalarının en aza indirilmesi ve seçim süreçlerine ekonomik güçlerin müdahalesinin denetlenmesi. Bunlar ipe sapa gelmez kurallar değildir ve geçmişte, sınırsız bir halk sevgisi taşıma eğilimi olmayan birçok düşünür ve kanun yapıcı, bu kuralları güç dengelerini korumanın, genel iradenin temsiliyle özel çıkarların temsilini ayrıştırmanın ve hükümetlerin en kötüsü olarak gördükleri şeyi, yani iktidarı seven ve onu ele geçirmede yetenekli olanların yönetiminin önüne geçmenin araçları olarak dikkatle incelemişlerdir. Ama bugün bunları saymak büyük bir kahkaha tufanını tetiklemek için yeterli oluyor. Bunun nedeni, bugün demokrasi dediğimiz şeyin, tam tersi bir devlet ve yönetim faaliyeti olmasıdır: Aynı anda ya da birbirini izleyen bir sırayla, kent, bölge, ulusal meclis veya bakanlık düzeyindeki işlevleri ellerinde tutan ve yerel çıkarların temsili aracılığıyla esas olarak halkla bağlarını koruyan ebediyen seçilmişler; yasaları kendileri yapan hükümetler; büyük çoğunluğuyla bir kamu yönetimi okulundan mezun olanlardan oluşan halkın temsilcileri;[i] kamu işletmelerinde veya yan-kamusal işletmelerde kendilerine yer bulunan bakanlar ve bakanların çalışma arkadaşları; kamu ihalelerinde yapılan hilelerle finanse edilen siyasal partiler; bir seçim vekâleti elde etmek için devasa miktarda yatırım yapan iş insanları; kamu medyası imparatorluğunu elde ettikleri kamu yetkileri sayesinde ele geçiren özel medya imparatorlukları patronları. Kısacası, söz konusu olan devlet oligarşisiyle ekonomi oligarşisinin sıkı bir ittifaka girerek kamusal meseleleri kendi tekellerine almasıdır. “Demokratik bireycilik”i küçümseyenlerin kamu meselelerini ve kamu yararını parçalama sistemini eleştirmemelerini anlıyoruz. Aslına bakılırsa, kamu görevlerinin bu aşırı tüketimi demokrasiye bağlı değildir. “Demokrasiler”imizin başına bela olan kötülükler, temelde oligarkların doymak bilmez iştahlarıyla ilgili olan kötülüklerdir.

Demokrasinin “içinde” yaşamıyoruz. Hepimizin biyopolitik yönetimin istisna yasasına tabi olduğumuzu söyleyen bazı yazarların iddia ettiği gibi kamplarda da yaşamıyoruz. Oligarşik hukuk devletlerinde, yani oligarşinin gücünün, halk egemenliği ve bireysel özgürlüklerin ikili tanınmasıyla sınırlandırıldığı devletlerin içinde yaşıyoruz. Bu türden devletlerin sınırlarını da, yararlarını da biliyoruz. Bu devletlerde seçimler özgür. Bu seçimler, birbirine ikame olabilen etiketler altında olsa da, temelde aynı egemen kadronun yeniden üretilmesini garanti altına alıyor. Ama oy sandıklarında genellikle hile yapılmıyor ve hayatını riske atmadan seçimlere hile karışıp karışmadığını denetlemek mümkün. Egemen siyasal partilerin çıkarlarının idareyle birbirine karıştığı kamu ihaleleri dışında, idare yolsuzluğa batmış durumda değil. Sınırların korunması ve ülke güvenliği konuları dışında, bireylerin özgürlükleri saygı görüyor. Basın özgür. Finansal güçlerin desteği olmaksızın, bütün halka ulaşabilen bir gazete ya da televizyon kurmak isteyen kişi ciddi sıkıntılar yaşayacaktır; ancak hapse atılmayacaktır. Toplantı ve gösteri yapma, demek kurma hakları demokratik bir yaşamın, yani devlet alanından bağımsız bir siyasal yaşam alanının örgütlenmesine izin veriyor. “İzin vermek” elbette ikili anlamı olan bir sözcüktür. Bu özgürlükler oligarkların armağanları değildir. Demokratik eylemle kazanılmışlardır ve yalnızca bu eylem sayesinde geçerliliklerini korurlar. “İnsan ve yurttaş hakları”, bunlara gerçekliklerini verenlerin haklarıdır.

İyimser zihinler bu durumdan, oligarşik hukuk devletinin, Aristoteles’e göre, kötü yönetimlerin imkânsız iyi yönetime en azından yaklaşmalarını sağlayan zıtların mutlu dengesini gerçekleştirdiği sonucunu çıkarır: Bir “demokrasi”, demokrasiye tutkusunu besleyebileceği yeterli alan bırakan bir oligarşi olur. Karamsar zihinler ise bu iddiayı tersine çevirir: Oligarşinin sakin yönetimi, demokratik tutkuları özel zevklere doğru yönlendirir ve insanları ortak iyiye karşı vurdumduymaz hale getirir. Fransa’da olup bitenlere bakın, diyorlar. Ülkemizin iyi yönetilebilmesi ve bundan memnun olması için yapılmış takdire şayan bir anayasamız var: Çoğunlukçu denen sistem aşırı partileri devre dışı bırakıyor ve “hükümet partileri”ne sırayla ülkeyi yönetme olanağı veriyor; çoğunluğun, yani en büyük azınlığın beş yıl boyunca muhalefet olmaksızın yönetmesini, istikrar güvencesi altında, ortak yarar için öngörülemeyen durumların, uzun erimli tahminlerin zorunlu kıldığı bütün önlemleri almasını mümkün kılıyor. Bir yandan bu sırayla yönetim, değişim peşinde koşan demokratik zevki tatmin eder. Öte yandan, bu hükümet partilerinin üyeleri, kamu meselelerini yönetme uzmanlarının çıktığı aynı okullarda öğrenim gördükleri için, uzmanların bilgisini çokluğun tutkularının önüne geçiren aynı çözümleri benimsemeye meyillidirler. Böylece, eski çatışmaları reddeden, toplumların karşı karşıya kaldıkları kısa ve uzun vadeli sorunları serinkanlı bir biçimde nesnelleştirmeye, çareyi uzmanlarda aramaya ve bunları büyük toplumsal çıkarların yetkili temsilcileriyle tartışmaya alıştıran bir uzlaşı kültürü ortaya çıkar. Heyhat! Şu yeryüzündeki bütün iyi şeylerin bir de arka yüzü vardır: Yönetme sıkıntısından kurtulan çokluk, özel ve egoist tutkularıyla başbaşa bırakılır. Ya da çokluğu oluşturan bireyler kamusal meselelere karşı kayıtsızlaşır ve seçim sandığından uzak dururlar veya kamusal meselelere sadece kendi çıkarları ve tüketici kaprislerinin penceresinden yaklaşırlar. Kısa vadeli korporatist çıkarları adına, emeklilik sistemlerinin geleceğini garanti altına almak için getirilen önlemlere karşı gösteri düzenler, greve giderler; tıpkı son dönemin moda fırınlarında sunulan çeşit çeşit ekmekten birini seçermiş gibi, seçim zamanında da, bireysel kaprisleri adına, hoşlarına giden şu veya bu adaya oy verirler. Sonuç, seçimlerde “protesto adayları”nın toplam oyunun “hükümet olmaya layık adaylar”dan daha fazla olmasıdır.

Yukarıdaki akıl yürütmeye itiraz edebileceğimiz pek çok şey var. “Demokratik bireycilik”e yönetilen bu türden kaçınılmaz eleştiriler, burada olduğu gibi her yerde, gerçeklerle çelişir. Seçimlerde sandığa gitmeyenlerin oranının önlenemez yükselişine şahit olduğumuz doğru değil. Daha ziyade, bulaştığı yolsuzlukların delillerini sergilemediği zaman vasatlığınınkileri bol miktarda sergileyen bir devlet oligarşisinin birbirinin dengi olan temsilcileri arasından seçim yapmak için harekete geçmekte ısrar eden seçmen sayısının yüksekliğinde hayranlık verici bir sivil istikrar işareti görmek gerekir. Ayrıca, “hükümet olmaya layık adaylar”a bu denli zarar veren demokratik tutku, bir tüketici kaprisi değildir; sadece politikanın, birbirini ikame edebilir oligarkların seçilmesinden daha fazlası bir şey olması arzusudur. Ne ki, yukarıdaki akıl yürütmeyi en güçlü olduğu noktadan ele almak daha doğru olacaktır. Bize söylediği gerçekten de basit ve doğrudur: En büyük azınlığa bir karışıklık olmaksızın yönetme gücü veren ve yürütülmesi gereken politikalar üzerinde anlaşan bir çoğunluk ve muhalefet yaratan takdire şayan sistem, oligarşik makinenin kendisinin felç olmasına neden olur. Bu felci doğuran, meşruiyetin iki ilkesi arasındaki çelişkidir: Bir yanda, oligarşik hukuk devletlerimiz halk egemenliği ilkesine gönderme yapar. Şüphesiz bu kavram hem ilkede hem pratikte belirsizdir. Halk egemenliği, demokratik aşırılığı içermenin, yönetmek için unvanı olmayanların yönetimi olan politik tekilliğe ilişkin anarşik ilkeyi arkhe’ye dönüştürmenin bir yoludur. Dahası, uygulanma olanağını çelişkili temsil sisteminde bulur. Ne ki, çelişki, varlık ilkesi zıtların gerginliği olanı hiçbir zaman öldürmemiştir. Bu nedenle “egemen halk” kurgusu, daima halkı bölen, parlamenterler tarafından temsil edilen veya devlette somutlaşan anayasada yazılı halka nazaran ek bir halk oluşturan siyasal pratiklerle yönetim mantığı arasında iyi kötü bir bağ kurmaya hizmet etti. Dün meclislerimizin canlılığı, temsil yalanını teşhir eden işçi partileri tarafından beslenip destekleniyordu. Yalnızca farklı kanaatlere değil, aynı zamanda karşıt dünyalara da gönderme yaparak, politikayı çelişkili olanaklar alanı haline getiren parlamento dışı ve hatta parlamento karşıtı siyasal eylemler tarafından beslenip, destekleniyordu. Bugün tartışmalı hale gelen tam da bu çatışmalı dengedir. Sovyet sisteminin uzun süren bozuluşu ve ani çöküşünün yanı sıra toplumsal mücadelelerin ve özgürleşme hareketlerinin zayıflaması, oligarşik sistemin içinde taşıdığı uzlaşmacı bakışın yerleşmesine müsaade etti. Bu bakışa göre, bize yorumlama seçeneği bırakmayan ve bizden yalnızca uyumlu yanıtlar -ki bu yanıtlar fikirlerimiz ya da isteklerimiz ne olursa olsun genellikle aynıdır- vermemizi gerektiren tek bir gerçeklik vardır. Bu gerçekliğin adı ekonomidir; başka bir deyişle, zenginliğin iktidarının sınırsızlığıdır. Bu sınırsızlığın yönetim ilkesinde bir güçlük yarattığını görmüştük. Ne var ki, eğer sorun ikiye ayrılabilirse çözülebilir ve bu çözüm, oligarşik yönetime şimdiye değin beyhude bir hayal olan o asil bilimi verebilir. Eğer, gerçekten de, zenginlik hareketinin sınırsızlığı dünyamızın ve onun geleceğinin kaçınılmaz bir gerçeği olarak konumlandırılıyorsa, o halde bugünü yönetme ve geleceği cesaretle öngörme kaygısı taşıyan hükümetlere, bu sınırsız gelişme karşısında fren oluşturan ulusal devletlerin içindeki ataleti kaldırmak düşer. Fakat tersine, bunun sınırı olmadığı ve belli bir devletin toprakları üzerinde halkın veya onun bir bölümünün özel kaderiyle ilgilenmediği için, zenginliğin denetlenemez ve aynı anda birçok yerde var olabilen gücünü bu halkların çıkarlarına boyun eğdirmek ve sınırlamak bu devletlerin hükümetlerine düşer.

Sermayenin sınırsız genişlemesinin önündeki ulusal engelleri kaldırmak, sermayenin sınırsız genişlemesini ulusların sınırlarına tabi kılmak: Bu iki görevin birleşiminde asil bilimin nihayet bulunmuş sureti oraya çıkar. Eşitlik ile eşitsizlik arasındaki doğru ölçüyü bulmak her zaman imkânsız olacaktır; bu temel üzerinde, demokratik eklentiden, yani halkın bölünmesinden kaçınmak imkânsızdır. Öte yandan hükümetler ve uzmanlar, sınırlama ile sınırsızlık arasındaki doğru dengenin bulunabileceğini düşünürler. Modernleşme adı verilen budur. Modernleşme, dünyanın acımasız gerçeklerine hükümetlerin basit bir şekilde uyum sağlaması görevi değildir. Modernleşme, aynı zamanda, yeni oligarşik meşruiyeti oluşturan bilim ilkesi ile zenginlik ilkesinin evliliğidir. En azından iktidarı ele geçirmek ve korumak için verilen mücadelenin onlara bıraktığı kısa süre zarfında, yöneticilerimiz kendilerine toplumları üzerindeki küresel zorunlulukların yerel etkilerini idare etme esas görevini verirler. Bunun anlamı, bu görevin ilgi alanına giren nüfusun, bölünmelerin ve dönüşümlerin halkı yerine, bir ve nesnelleştirilebilir bütünlük olması gereğidir. Bu durumda halkın seçimi ilkesi sorunlu olur. Hiç şüphe yok ki, uzlaşmacı mantık içinde, halkın seçiminin sağcı ya da solcu bir oligarkı işaret etmesinin pek bir önemi yoktur. Ne var ki, bu seçime sadece uzmanların bilimine bağlı çözümleri sunmak tehlikelidir. Bu nedenle yöneticilerimizin otoritesi, iki karşıt meşruiyet sistemi arasında sıkışır: Bir yandan, halkın seçiminin erdemiyle, diğer yandan, toplumsal sorunlar için en iyi çözümleri bulma kapasiteleriyle meşruiyet kazanırlar. Halbuki, bu iyi çözümler, seçilmeleri gerekmediği gerçeğiyle ayırt edilir; çünkü şeylere ilişkin nesnel bir bilgiden doğarlar ve bu anlamda halkın seçiminin değil, uzman bilgisinin ürünüdürler.

Artık dönem, birbirine zıt ilkelerin birlikte var oluşlarını sürdürebilmeleri için halkın bölünmesinin yeterince aktif ve bilimin yeterince mütevazı oldukları dönem değildir. Bugün zenginlik ile bilimin oligarşik ittifakı, bir bütün halinde iktidarı talep ediyor ve halkın kendi arasında bölünebilmesi ve çoğalmasını dışlıyor. Ne var ki, ilkelerden kovulan bölünme her taraftan geri geliyor. Aşırı sağ partilerin yükselişiyle; oligarşik uzlaşıya karşı doğum ve nesebe ilişkin eski ilkeleri, atalarının kanı, dini ve toprağına kök salmış cemaati talep eden kimlik temelli ve köktenci dinsel hareketlerle bunu yapıyor. Sağlık ve emeklilik sistemlerini veya iş hukukunu ortadan kaldırmak için, uzlaşmacı düzenin gerekçe olarak kullandığı küresel ekonomik gereklilikleri reddeden çeşitli mücadelerle bunu yapıyor. Nihayet, yönetilenlere olduğu gibi yönetenlere de kendini dayatan tek çözümler yönetilenlerin öngörülemez seçimlerine sunulduğu zaman, seçim sisteminin işleyişinin içinde bölünme geri geliyor. Son Avrupa halkoylaması bunu gözler önüne serdi. Konuyu halkoylamasına götürenlerin kafasında oylama, “seçim”in Batı’daki ilkel anlamıyla, yani bir araya gelmiş halkın kendilerini gütme yetkisine sahip olanları onaylaması olarak anlaşılmalıydı. Seçkin devlet uzmanları, tek bir ağızdan, ortada herhangi bir sorun olmadığını, herkesin çıkarına uygun olan ve var olan anlaşmaların mantığını devam ettiren bir metnin onaylanmasının söz konusu olduğunu söylediklerine göre, halk da seçim kavramının o ilkel anlamına uygun biçimde davranmalıydı. Halkoylamasının esas sürprizi şu oldu: Oy verenlerin çoğunluğu, tersine, sorunun gerçek bir sorun olduğuna karar verdi. Bu sorunun seçmenlerin onayı değil, halkın egemenliği sorunu olduğunu ve halkın evet kadar hayır demek hakkı olduğunu ifade ettiler. Hikâyenin geri kalanını biliyoruz.[iii] Ayrıca daha sonra oligarkların, onların uzmanlarının ve ideologlarının, diğer tüm uzlaşma bozulmaları için olduğu gibi, bu talihsizliğe de bir açıklama bulduklarını biliyoruz: Eğer bilim meşruiyetini dayatamıyorsa bunun nedeni cehalettir. Eğer ilerleme gerçekleşmiyorsa, bu geride kalanlar yüzündendir. Bütün rahiplerin dur durak bilmeden yinelediği bir kelime, “popülizm”, bu açıklamayı özetler. İster demokratik iddialı olsun, ister dinsel ve ırksal fanatizm içersin, egemen uzlaşıdan her türlü kopma popülizm adının altına yerleştirilmek isteniyor. Dahası, bu yolla oluşturulan bütüne tek bir ilke atfetmek arzulanıyor: Geri kalmışların cehaleti; sosyal yararlar veya devrimci idealler ya da ataların dini olsun, geçmişe takılıp kalma. Popülizm, popüler meşruiyet ile uzman meşruiyeti arasında büyüyen çelişkiyi, demokrasinin tezahürlerinin, hatta bilimin yönetiminin temsilî sistemin karma biçimine alışma güçlüğü altına gizleyen kullanışlı isimdir. Bu isim oligarşinin büyük arzusunu hem ortaya çıkarır hem maskeler. Bu, halk olmadan, yani halkın bölünmesi olmadan yönetmek, politika olmadan yönetmek arzusudur. Dahası bu durum uzman hükümetin şu eski açmazdan kurtulmasını da sağlar: Bilim, ona vakıf olmayanları nasıl yönetebilir? Bu ebedi soru daha çağdaş bir soruyla karşılaşır: Uzman hükümetin sırrına vakıf olduğunu iddia ettiği, zenginliğin sınırsızlığı sayesinde elde edilen iyi ile, sınırlanması sayesinde elde edilen iyi arasındaki ölçü tam olarak nasıl belirlenir? Kısacası sorulan soru şudur: Politikayı tasfiye etmeye yönelik, biri kapitalist zenginliğin sınırsızlığının gereklerine, diğeri ulus devletlerin oligarşik yönetimine bağlı olan iki iradenin bileşimi, tam olarak nasıl gerçekleşir?

Gerekçelerinin çeşitliliği ve dile getiriş biçimlerinin kararsızlığı içinde, “küreselleşme” eleştirisi, sosyal koruma ve güvenlik sistemimizin küreselleşmenin kısıtlarına uyarlanmasına karşı direniş veya devlet üstü kuramların reddedilmesi, aynı hassas noktaya dokunur: Tüm bu dönüşümlerin adına yapıldığı zorunluluk tam olarak nedir? Sermayenin büyümesi ve yatırımcıların çıkarlarının, karmaşık bir allame matematiğiyle ilişkili yasaları olduğunu tartışmasız kabul edebiliriz. Bu yasaların ulusal sistemlerin sosyal uygulamalarının dayattığı sınırlarla çelişkili olduğu da açık. Ne var ki söz konusu yasaların, önüne geçilemez, karşı çıkılması beyhude tarihsel yasalar oldukları ve bu koruma sistemlerinin kurban edilmesine değecek biçimde gelecek kuşaklara refah vaat ettikleri iddiası ise, artık bilimin değil, imanın konusudur. “Bırakınız yapsınlar” yönteminin en katı taraftarları bile, doğal kaynakların korunmasının serbest rekabet oyunuyla uyumlu biçimde ayarlanabileceğini göstermekte bazen güçlük yaşıyor. Eğer, istatistiki karşılaştırmalar kullanarak, iş kanuna sokulan bazı esnekleştirme biçimlerinin orta vadede yok ettiği istihdamdan daha fazla yeni istihdam yarattığını tespit etmek olanaklıysa, hep daha hızlı elde edilen bir kârlılık peşindeki sermayenin serbest dolaşımının bütün insanlığı daha iyi bir geleceğe götüren bir ulvi yasa olduğunu söylemek çok daha zordur. Buna inanmak için iman gerekir. Halkın yüzüne vurulan “cehaleti” sadece bu iman eksikliğidir. Aslına bakılırsa, tarihsel iman kamp değiştirmiştir. Bugün iman, yöneticiler ve onların uzmanlarına vergiymiş gibi gözüküyor. Bunun nedeni, bu yöneticilerin ve uzmanların kendi derin takıntılarına, oligarşik bir hükümet için doğal olan takıntılara yardım etmesidir. Bu, halktan ve politikadan kurtulma takıntısıdır. Kendilerini sadece küresel tarihsel gereklerin yerele etkilerini idare edenler olarak ilan eden hükümetlerimiz, demokratik eklentiyi sürgün etmek için büyük bir çaba gösteriyor. Kendileri bir devlet olmayan ve bir halka hesap verme sorumluluğu taşımayan devlet üstü kurumlar icat ederek, kendi pratiklerine içkin olan bir amacı gerçekleştiriyorlar: Politik meseleleri depolitize edip, onları mekân olmayan mekânlara, polemik mekânlarının demokratik icadına alan bırakmayan mekânlara yerleştiriyorlar. Böylece devletler ve uzmanları kendi aralarında rahatça anlaşabilirler. “Avrupa Anayasasının başına gelen meşhur talihsizlik bu mantığı gayet iyi gösteriyor. Bu anayasayı benimseyen partilerden biri doğru sloganı bulduğunu düşünüyordu: “Liberalizmin”, diyordu, “anayasalara ihtiyacı yoktur”. İstemeden doğruyu söylüyordu: “Liberalizm”in, daha doğrusu gerçek adıyla kapitalizmin böyle bir iddiası yoktur.[2] Çarklarını döndürmesi için “bozulmamış rekabete”, yani sermayenin özgür ve sınırsız dolaşımına dayandığını ilan eden bir anayasal düzene ihtiyacı yoktur. Sınırsız dolaşıma imkân verilmesi yeterlidir. Sermaye ve ortak iyi arasındaki bu mistik halayları sermaye için faydasızdır. Her şeyden önce devlet oligarşilerinin peşinde düştüğü amaçlara, popüler ve ulusal meşruiyete duyulan ihtiyaç esaretinden kurtulmuş devletlerarası mekânların inşasına hizmet ederler.

Kaçınılmaz tarihsel zorunluluk, iki özgül zorunluluğun bir araya gelmesinden başka bir şey değil: Bu zorunluluktan biri zenginliğin sınırsız büyümesi, diğeri oligarşik gücün büyümesidir. Ulus devletlerin Avrupa veya dünya sahnesinde gücünün zayıflaması sadece bir göz aldatması[ii] perspektifidir. Uluslararası kapitalizm ile ulus-devletler arasındaki yeni güç paylaşımı, devletleri zayıflatmaktan ziyade onları tahkim etmeye meyillidir.[3] Serbestçe dolaşan sermayenin ihtiyaçları karşısında kendi ayrıcalıklarından feragat eden aynı devletler, gezegenin yoksullarının iş arayışı içinde serbest dolaşımına sınırlarını kapatmak için bu ayrıcalıkları hemen yeniden keşfederler. “Refah devleti”ne karşı ilan edilen savaş, aynı muğlaklığa delalet eder. Bunu yardıma muhtaç olma durumuna son verme ve bireylerin sorumluluklarına ve sivil toplumun inisiyatifine dönüş olarak sunuyorlar. Emek ve demokrasi mücadelelerinden doğmuş, aidat ödeyen kesimlerin temsilcilerinin birlikte veya tek başına yönettikleri dayanışma ve yardım kuramlarını, kolları dört bir yana yayılan himayeci devletin aşırı armağanlarıymış gibi gösteriyorlar. Dahası, bu mitsel devlete karşı mücadele ederken, tam da devlet temelli olmayan dayanışma kurumlarına saldırılıyor. Bu kuramlar aynı zamanda başka niteliklerin şekillendiği ve tatbik edildiği, hükümet seçkinlerininkilerden farklı bir ortak gelecek ve müştereklik alanlanydılar. Bunun sonucu, bireylerin yaşamından ve sağlığından doğrudan doğruya sorumlu olan devletin tahkim edilmesidir. Refah devletinin kurumlarına karşı mücadele veren aynı devlet, kalıcı olarak bitkisel hayatta olan bir kadının gıda borusunun yeniden bağlanması için harekete geçiyor. Bu sözde refah devletinin tasfiyesi, devletin geri çekilmesi değildir. Doğrudan devlet yönetimi ile kapitalist sigorta mantığı arasında, ikisinin arasında yer alan kurum ve faaliyetlerin yeniden dağıtımıdır bu. Devlet yardımı ile bireysel girişimler arasındaki basitleştirici karşıtlık, bu sürecin iki politik sonucunu ve yol açtığı çatışmalan maskelemeye hizmet eder. Bu iki politik sonuç, kâr mantığından kaçan toplumun maddi yaşam örgütlenmesi biçimlerinin varlığı ve uzman hükümetin tekelinden kurtulan kolektif çıkarların tartışıldığı mekânların varlığıdır. Bu sonuçların, 1995 sonbaharında Fransa’da patlak veren grevlerde nasıl ortaya çıktığını biliyoruz. Greve giden meslek gruplarının kendi çıkarlarının ve hükümetin bütçe hesaplarının ötesinde, fitili yakılan “toplumsal” hareket, demokratik bir hareketti; çünkü temel politik sorunu merkezine yerleştiriyordu: “Yetkisizler”in yeterliliği; herhangi bir kişinin, bireyler ile topluluk arasındaki şimdi ve gelecekteki ilişkilerini değerlendirebilme kapasitesi.

“Cumhuriyetçilerin” siyasal olanla toplumsal olan arasındaki ayrımı tekrarlayıp durmalarında olduğu gibi, ortak çıkarı ayrıcalıklı meslek birliklerinin geriletici bencilliğine karşı çıkarma kampanyasının sönüp gitmesinin nedeni de buydu. Politik bir hareket daima toplumsal ile politik olanın sınırlarını ve bireysel ile kolektif arasındaki verili ayrımı muğlaklaştıran bir harekettir. Oligarşi ve âlimleri, mekânlar ve vasıfların dağılımını sabitleme teşebbüslerinde bunu yaşayıp dururlar. Lâkin, oligarşiyi sıkıntıya sokan aynı zamanda demokratik mücadelenin önüne de engeller çıkartır. Politik bir hareketin daima verili sınırları değiştiren, toplumun şu veya bu noktasında yaşanan bir özel çıkar ihtilafından tamamen politik, evrenselci parçayı çekip çıkaran bir hareket olduğunu söylemek, aynı zamanda onun daima tekil mücadeleler içinde hapsolmak, özel grup çıkarlarını savunmaktan daha fazlasını yapamamak tehdidiyle karşı karşıya olduğunu da söylemektir. Bu sürekli veri, çatışmaların inisiyatifi oligarşinin elinde olunca ve oligarşi bunu iki çehresiyle birden, egemen devlet ve “güçsüz” devlet çehreleriyle yürüttüğünde, geçmişte dağınık mücadelelere bir ortak umut ufku veren tarihsel gerekliliği şimdi kendi safına yerleştirdiğinde, daha da ağırlaşır. Şu veya bu mücadelenin meşruiyetini iddia etmeye devam edilebilir, ama her defasında bu meşruiyetin diğer mücadelelerin meşruiyetiyle ilişkisini kurmak, eylem ve anlam yakınlıklarının demokratik alanını inşa etmek konularında zorluk yaşanır. Bir kamu hizmetini, çalışma hayatıyla ilgili yasaları, işsizlik ödeneği sigortası ya da emeklilik sistemini korumak için savaşanlar, bu mücadeleleri özel çıkarlarının ötesine geçse bile, sınırlan ulusal uzama mahkûm bir kavga vermekle ve devletten dışa kapanmayı talep ederken, bu devleti güçlendirmekle hep suçlanacaklardır. Aksine, şu andan itibaren demokratik hareketin bu çerçevenin ötesine taştığını ilan edip bu savunmacı mücadelelere karşı göçebe çokluğun ulus aşırı niteliğini öne çıkaranlar, sonuçta devlet oligarşileriyle mali oligarşilerin ittifakının güvence altına alındığı teritoryal dokunulmazlıkları olan mekânlar, devletlerarası kurumlar tesis edilmesi için uğraşırlar.

Hem oligarkların ikilemi hem de demokrasinin güçlükleri, demokrasi karşıtı entelektüel öfkenin tezahürlerini anlamamızı sağlar. Bu öfke, kendilerini bir aydın grubu olarak ilan edenlerin var olduğu Fransa’da özellikle canlıdır. Bu grubun medyada sahip olduğu yer, ona gün be gün hâkim kanaatin oluşumu için ve çağdaş olayların yorumlanmasında, başka ülkelerde bilinmeyen bir güç verir. 1968 sonrasında, ellerindeki entelektüel araçların anlamakta başarısız kaldıkları bir hareket karşısında kanaat yöneten çevreler sarsılıp, toplumun karanlık derinliklerinde ve zamanın şaşırtıcı yeniliğinde neler olduğunu yorumlayacak insanları hararetli bir telaşla aramaya başladıklarında, bu gücün kendini nasıl gösterdiğini biliyoruz.[4] Sosyalistlerin 1981’de iktidara gelmesi, ele geçirilecek makam sayısının bazılarının hırsını tatmin etmeye yetersiz kalması ve diğerlerinin de yöneticiler tarafından tezlerine gösterilen ilginin somut önlemlere dönüşmemesine rağmen, bu yorumcuların kamuoyunu şekillendirmekteki ağırlıklarını arttırdı. Bu grup, o günden beri, hâkim kanaatin yönetimine dahil edilerek ve medyada aşırı varlık göstererek ama yöneticilerin kararları üzerinde bir etkileri olmadan, hizmetleri karşılığı onurlandırılarak, asil veya basit istekleri karşısında aşağılanarak, bu pozisyonunu sıkı sıkıya koruyor.

Bunların bazıları bu tamamlayıcı işlevlerle yetiniyor. Kamuya sürekli olarak ne olup bittiğini ve bunlar üzerine ne düşünülmesi gerektiğini açıklamaya çağırırlarken, hâkim entelektüel uzlaşının oluşmasını bilimleriyle destekliyorlar. Ne bilimlerini ne de ilerlemeci inançlarını reddetmek zorunda kalmadıkları ölçüde, bunu çok daha rahat gerçekleştiriyorlar. Uzlaşının anahtar düşüncesi, küresel ekonomik gelişmenin alışmamız gereken bir tarihsel zorunluluğa dalalet ettiği ve bu zorunluluğu sadece arkaik çıkarların ve zamanı geçmiş ideolojilerin temsilcilerinin reddedebileceğidir. Halbuki bu tarihsel zorunluluk söz konusu isimlerin kanaatlerinin ve bilgilerinin de dayanağıdır. Bu insanlar ilerlemeye inanır. Dünya sosyalist devrime gideceği varsayıldığı zamanlarda tarihin hareketine iman ederlerdi. Bu hareket piyasanın küresel zaferine götürdüğünden beri, ona iman etmeye devam ediyorlar. Eğer tarih yanıldıysa, bu onların kabahati değildir. Sonuçta, istiflerini bozmadan, geçmişte öğrendikleri dersleri bugünün koşullarına yeniden uyarlamaya girişebilirler. Şeylerin hareketinin akılcı olduğunu, ilerlemenin ilerici olduğunu ve sadece geçmişte kalanların ve zekâsı az gelişmiş olanların buna karşı çıkacaklarını ispatlamaya çalışabilirler. Diğer yandan da, ilerlemenin ileri yürüyüşünün geri kalmış olanları sürekli geçmişe doğru ittiğini ve bunların da ileriye doğru yürüyüşü geciktirdiğini göstermeye çabalarlar. Marksist tarihsel izahın bu temel ilkeleri “modernleşme”nin zorluklarına mükemmel biçimde uyum sağlar. Bu ilkeler, 1995 sonbaharındaki grevler esnasında entelektüel kanaatlerin geniş bir kesiminin Alain Juppé hükümetine destek vermesine meşruiyet sağladı. O günden beri de, sürekli yeni arkaizmler üretmekten geri kalmayan, kaçınılmaz modernleşmeyi geciktiren arkaik ayrıcalıkları eleştirme işine yardımcılık yapmaya devam ediyorlar. Bu eleştiriyi harekete geçiren hükümran kavram, popülizmdir ve Leninist cephanelikten ödünç alınmıştır. Depolitizasyona karşı tarihsel zorunluluk adına yürütülen her mücadeleyi, nüfusun geri kalmış bir kesiminin veya miyadı dolmuş bir ideolojinin tezahürü olarak yorumlanmasını mümkün kılar. Ne var ki, geri kalmışlar var olmaya devam ettikçe, onların geriliğini açıklamak için ilerlemelere ihtiyaç olacaktır. İlerlemeciler bu dayanışmayı hisseder ve bu nedenle demokrasi karşıtlıkları yumuşar.

Diğerleriyse, bu konuma daha az uyum sağlarlar. İlerlemeci iman onlara göre pek naiftir, uzlaşı da çok tozpembedir. Onlar da ilk derslerini Marksizmden aldılar. Lâkin, onların Marksizmi tarihe ve üretici güçlerin gelişimine imana dayanmıyordu. Teorik olarak, onların Marksizmi şeylerin öteki yüzünü, ideolojinin üstü kazındığında altından çıkan yapının hakikatini ya da demokrasi ve hukuk görünümü altındaki sömürünün gerçek yüzünü gözler önüne seren bir eleştiridir. Pratik açıdan konuşursak bu, karşıt sınıfların veya dünyaların, tarihiyi ikiye bölen bir kopuşun Marksizmidir. Marksizmin beklentilerini yanıltmış olmasına, tarihin -kötü olan, durmadan devam eden bir tarihin- hükümranlığını dayatmasına çok daha zor dayanırlar. Marksizm ve onun Batı’daki son parlayışı olan ‘68 yıllarına yönelik heyecanları bir hınca dönüşür. Buna rağmen, işaretlerin okunması, suçlama ve kopuştan oluşan üçlü ilhamdan vazgeçmediler. Sadece suçlamanın hedefini kaydırdılar ve dönemsel kopuş değiştirdiler. Bir anlamda eleştirdikleri hep aynı şey: Tüketimin hükümranlığı metaların hükümranlığından başka bir şey midir? Sınırsızlık ilkesi kapitalizmin ilkesi değil midir? Ne var ki hınç, sebep sonuç mantığını tersine çevirerek, makineyi aksi yönde çalıştırır. Daha önceden bireysel davranışları bir toplu tahakküm sistemi açıklardı. Nezih ruhlar, at yarışlarının ve elektrikli ev eşyalarının cazibesine kendini kaptıran proleterle bir yandan hülyalarını beslerken, diğer yandan onu sömüren sistemin baştan çıkarılmış mağduru olarak ona acırlardı. Ne var ki, Marksist kopuş bu eleştirinin talep ettiğini gerçekleştirmekte aciz kalınca, suçlama tersine döndü: Bireyler toplu tahakküm sisteminin kurbanı değildir. Aksine bu sistemden onlar sorumludur. Tüketimin “demokratik tiranlığı”nı onlar egemen kılar. Kapitalist birikim yasaları ve bunların emrettiği meta üretimi ve dolaşımı türleri, bu metaları tüketenlerin ve özellikle en az tüketme olanağına sahip olanların kötü alışkınlıklarının sonucuna dönüşür. Demokratik insan bir aşırılıklar yaratığı, metaların, insan haklarının ve televizyon gösterilerinin doymak bilmez bir tüketicisi olduğu için, kapitalist kâr yasasının dünyaya hükmettiğini iddia ederler. Ne var ki yeni peygamberler bu hükümranlıktan şikâyet etmezler. Ne de finansal oligarşilerden ya da devlet oligarşilerinden şikâyetçidirler. Şikâyet ettikleri ilk şey bunları eleştirenler, suçlayanlardır. Bunun nedeni kolayca anlaşılabilir: Ekonomik sistemi ya da devlet sistemini suçlamak, bunların dönüşümü talep etmektir. Ne var ki, bu dönüşüm talebini, ekonomik sistemin veya devlet sisteminin iştahlarını doyurmaya yetecek kadar vermediği için sitem eden demokratik insandan başka kim talep edebilir? O halde mantık silsilesini sonuna kadar götürmek gerekiyor. Sistemin kötülükleri, bu sistemin hayatlarını düzenlediği bireylerin kötülükleri olduğu gibi, en büyük suçlular, kötülüğün örnek temsilcileri de bu sistemi değiştirmek isteyenler, sistemin değişebileceği yanılsamasını yayanlardır. Kötülüklerini, sefahatlerini çok daha ileriye götürmek için bunu yaparlar. Özellikle doymak bilmez biri olan demokratik tüketici, devlet ve finans oligarşilerinin egemenliğine karşıdır. Burada, Mayıs 68’in yeniden yorumlanmasının büyük iddiası, tarihçilerle sosyologlar tarafından sürekli tekrarlanan ve çok satan romancılar tarafından uzun uzadıya anlatılan iddia karşımıza çıkar: Mayıs 68 hareketi, cinsel özgürlüğe ve yeni yaşam tarzlarına susamış bir gençlik hareketinden başka bir şey değildir. Gençlik ve özgürlük arzusu, tanımı gereği, ne ne istediklerini ne de ne yaptıklarını bildiği için, ilan ettiğinin tersini yaptı ama peşinde koştuğunun hakikatini üretti: Bu hakikat, kapitalizmin yenilenmesi ve piyasanın sınırsız egemenliğine karşı direnen aile, eğitim ve diğer kuramların yok edilmesi, piyasanın hep daha derin biçimde bireylerin kalplerine ve bellerine nüfuz etmesi demekti.

Politika bütünüyle unutulunca, “demokrasi” sözcüğü, hem kimsenin artık adıyla çağırmak istemediği bir tahakküm sisteminin edeb-i kelamı, hem de bu silinen sözcüğün yerini alan şeytani bir ad oldu. Söz konusu tahakküm sistemine maruz kalanla bunu eleştirip teşhir eden bireyin birbirine karıştığı bir karma özne çıkar karşımıza. Bu polemik demokratik insanın robot resmini karmaşık çizgileri içinde çizer bize. Patlamış mısır, reality-shovv, güvenli seks, sosyal güvenlik, farklılık hakkı, anti-kapitalist ve alternatif küreselleşme yanılsaması budalası genç tüketicidir bu. Ellerindeki bu robot portre sayesinde eleştiriciler ihtiyaçları olan ve dermanı olmayan bir kötülüğün mutlak suçlusunu bulurlar. Küçük değil, devasa bir suçlu. Yalnızca piyasanın imparatorluğuna yol açmayan, ki bunu eleştirenler buna uyum sağlamakta hiç zorluk çekmezler, aynı zamanda uygarlığın ve insanlığın yıkımına da yol açan bir suçlu.

Böylece, meta reklamcılığının yeni biçimleriyle metanın yasalarına karşı çıkanların gösterilerini, “farklara saygı”nın yetersiz kalmasıyla ırkçı nefretin yeni biçimlerini, dini bağnazlıkla kutsalın yitirilmesini birbirine karıştıran bedduacıların hükümranlığı yerleşir. İnsanlığı yıkıma sürükleyen demokratik insanın malum görünümlerinden biri olmaktan paçasını kurtarabilen hiçbir şey yoktur. Bu bedduacılar, bu yıkım karşısında hayıflanırlar ama hayıflanacak bir durum olmasaydı buna çok daha fazla hayıflanırlardı. Bu uğursuz bireyin, aydınlanma uygarlığını mezara sürükleyip onun ölüm sürecini tamamlattığı; cemaatçi ama cemaatsiz olduğu; aile değerlerinin ve bunları çiğnemenin anlamını, kutsal ve günah kavramlarım yitirdiği, eşzamanlı olarak gösterilir. Ders çıkarılacak eski temalar cehennemin ve küfrün boğucu renklerine boyanır: İnsan Tanrısız yapamaz; özgürlük sefahat değildir; barış karakterleri yumuşatır, zayıf düşürür; adalet arzusu teröre götürür. Bazıları Sade adına Hıristiyan değerlerine sahip çıkar. Başkaları Amerikan evanjelistlerinin tavırlarını punk bir tarzda savunmak için Nietzsche’yle Léon Bloy ve Guy Debord’u evlendirir. Céline’e tapanlar, anti-semitizm avcılığında en ön safta yer alırlar ama anti-semitizmden anladıkları sadece kendileri gibi düşünmeyenlerdir.

Bazı bedduacılar, küçük hazlara aç küçük adamın ve küçük kadının “düşünceye karşı işledikleri günlük suçlar’’[5] nakaratını koro halinde her gün tekrarlayarak, kazanılan evcilleştirilemez yalnızlıklarının ve acı bir tadı olan aklı başındalıklarının ünüyle yetiniyor. Ötekiler içinse bu günahlar, demokrasinin hesabına yazılacak küçük günahlardır. Ona mal edebilecekleri gerçek suçlara ya da yegâne bir suça, mutlak bir suça ihtiyaçları vardır. Tarihin akışında gerçek bir kopuşa, yani gene bir tarih anlatısına, kopuşla gerçekleşecek bir modernlik yazgısına gereksinim duyarlar. Îşte, Sovyet sistemi çöküşü sırasında, Avrupa Yahudilerinin kökünün kazınmasının tarihi ikiye bölen bir olay olarak toplumsal devrimin yerini alan bir konuma gelmesinin nedeni budur. Ne var ki, bu yeri alabilmesi için suçun gerçek müelliflerinin üstlerinden sorumluluğu kaldırmak gerekir. Paradoks gerçekte buradadır: Avrupa Yahudilerinin yok edilmelerini modern tarihin merkezî olayı yapmak isteyen birisi için, Nazi ideolojisi uygun bir gerekçe değildir. Çünkü Nazi ideolojisi, Aydınlanmacıların akılcılık, insan hakları, demokrasi veya sosyalizm gibi o zamanlar tarihin modern hareketi olarak görünenlere karşı çıkan tepkici bir ideolojidir. Emest Nolte’nin Nazi soykırımını, kendisi de demokratik felaketin mirasçısı olan Gulag soykınmına karşı koruyucu bir tepki yapan savı sorunu çözmez. Bedduacılar dört terimi doğrudan birbirine bağlamaya çalışırlar: Nazizm, demokrasi, modernlik ve soykırım. Ne var ki, Nazizmi demokrasinin doğrudan gerçekleşmesi haline getirmek, “Protestan bireyciliği”ni demokrasinin ve böylelikle de totaliter terörizmin esas nedeni olarak gören eski karşı devrimci savlar aracılığıyla yapıldığında bile tehlikeli olabilecek bir tanıtlamadır. Gaz odalarını da, Heidegger’in modernliğin ölümcül kaderi olarak gördüğü tekniğin özünün somutlaşması haline getirmek, Heidegger’i “iyi” tarafa koymaya yeterli olur ama sorunu çözmek için yetersiz kalır: Arkaik fanatizmlere hizmet etmek için modern ve akılcı araçlar kullanılabilir. Bu akıl yürütmenin çalışabilmesi için radikal bir çözüm bulmak gerekir. Bu çözüm, parçaların birbirine eklemlenmesini engelleyen terimi, kısaca Nazizmi ortadan kaldırmaktır. Bu sürecin sonucunda Nazizm, demokratik insanlığı en yakın düşmanından, nesep yasasına sadık kalan halktan kurtulmasını sağlayarak, onun hayalini gerçekleştiren görülmez ele dönüşür. Bu hayal, cinsiyetsizleştirilmiş bir insanlığın hizmetindeki suni döllenmedir. Embriyolar üzerine yürütülen güncel araştırmalardan geriye dönülüp Yahudilerin kökünün kazınmasının nedeni çıkarılır. Bu yok edişten, demokrasi adıyla ilişkili ne varsa bunların tek ve aynı cürümün sonsuz devamı olduğu sonucuna vanlır.

Demokrasiyi insanlığa karşı bitmek tükenmek bilmez bir suç olarak kınamanın çok yaygın bir sonucu olmadığı doğrudur. Yeniden keşfedilmiş aşkınlığın gölgesinde seçkinlerin yönetimini eski haline getirme hayali kuranlar, “demokrasilerde süregiden duruma razı olurlar. Bu duruma itiraz eden “küçük insanlar”ı hedef tahtasının ortasına yerleştirdikleri için, dekadansa karşı okuduktan lanetler sonunda ilericilerin azarlarına ilave olur ve, tıpkı Platon’un demokratik kentinin sokaklarını eşekler ve atların tıkadığı gibi, ilerleme yoluna taş koyan bu küçük insanların ayak sürümeleriyle mücadele etmeye çalışan yönetici oligarklara destek olurlar. Aralarındaki uyuşmazlıklar ne kadar radikal olmaya çalışsa da, söylemleri ne kadar kıyamet tellallığı yapsa da, bedduacılar uzlaşma düzeninin mantığına ayak uydurmak zorundadır. Bu mantık, demokrasi gösterenini, bir devlet düzeni türünü, bir toplum yaşam biçimini, bir var olma biçimleri bütününü ve bir değerler sistemini tek bir bütünde toplayan, belirsiz bir kavram haline getirir. Resmi söylemin beslendiği muğlaklığı aşırı son noktasına götürmek, demokratik medeniyet adına evanjelist plütokrasinin askerî kampanyalarını desteklemek ve bir yandan da bu evanjelist plütokrasiyle birlikte medeniyetin demokratik çürümesini teşhir etmek pahasına bunu yapar. Günümüz entelektüellerinin demokrasi karşıtı söylemi, hem devlet oligarşisinin hem iktisadi oligarşinin gerçekleştirmek için uğraştıkları, demokrasinin uzlaşma içinde unutulmasına nihai katkıyı sağlar.

O halde, yeni demokrasi nefreti, bir anlamda, bu terimi etkileyen kafa karışıklığı biçimlerinden yalnızca birisidir. “Demokrasi” sözcüğünü, kamusal yaşamın sorunlarını siyasetsizleştiren ve bunları “toplumsal olaylar”a dönüştüren, aynı zamanda toplumu yapılandıran tahakküm biçimlerini yadsıyan bir ideolojik operatör haline getirerek, uzlaşmacı kafa karışıklığını ikiye katlar. Yeni demokrasi nefreti, demokrasiyi bir toplum biçimiyle özdeşleştirerek, devlet oligarşilerinin tahakkümünü perdeler ve iktisadi oligarşilerin imparatorluğunu “demokratik bireyler”in iştahlarıyla sadece özdeşleştirerek, ekonomik oligarşilerin tahakkümünü gizler. Böylelikle, bütün ciddiyeti içinde, eşitsizliklerin artışını “koşulların eşitliği”nin uğursuz ve geri dönüşsüz zaferine mal edebilir ve oligarşik girişime ideolojik onur konusunu sunar: Demokrasiye karşı mücadele etmek gerekir, çünkü demokrasi totalitarizmdir.

Ne var ki kafa karışıklığı yalnızca sözcüklerin gayrimeşru kullanımı değildir. Bunları doğru biçimde kullanmak durumu düzeltmez. Eğer sözcükler şeyleri bulanıklaştırmaya hizmet ediyorsa, bunun nedeni sözcükler üzerine verilen mücadelenin şeyler üzerine verilen mücadeleden ayrılamaz olmasındandır. Demokrasi sözcüğü, toplum türlerini ve yönetim biçimlerini tasnif edecek nesnel bir ölçüt bulmakla uğraşan birkaç bilgin tarafından yaratılmadı. Demokrasi, aksine, “ayırt edilemez” şeyleri anlatmak, bir araya gelmiş eşit insanların gücünün şekilsiz ve gürültücü bir kalabalığın kafa karışıklığından başka bir şey olmadığım göstermek için icat edilmiş bir terimdir. Kaosun doğa düzenindeki yeri neyse, sözü edilen kalabalığın gücünün de toplumsal düzendeki yeri aynıdır. Demokrasinin ne anlama geldiğini anlamak, bu sözcüğün içindeki mücadelenin sesini duymak demektir. Ona atfedilebilecek öfkenin ve hakir görmenin ses tonlarını değil sadece; çok daha derinlerden gelen, sözcüğün izin verdiği veya sözcük nezdinde kendi kendimize bunu yapma izni verdiğimiz, anlamın tersine çevrilmesi veya kaymasını anlamak demektir bu. Giderek artan eşitsizlik tezahürlerinin ortasında, entelektüellerimiz eşitliğin neden olduğu yıkıma karşı öfkelendiklerinde, hiç de yeni olmayan bir göz boyamaya başvuruyorlar. 19. yüzyıldan beri varolan, ister belli bir vergi verenlerin seçmen olabildiği monarşi döneminde ister otoriter imparatorluk döneminde olsun, sayılan iki yüzbin kişiyle sınırlanmış veya bireysel ve kamusal özgürlüklerin hepsini kısıtlayan yasa ve kararnamelere tabi olan yasal bir Fransa’nın seçkinleri, toplumu silip süpürecek “demokratik taşkın”dan ciddi endişe duyarlardı. Kamusal yaşamdan men edilen demokrasinin, ucuz kumaşlarda, toplu taşımada, kürekçilikte, açık havada yapılan resimlerde, genç kadınların yeni davranışlarında ve yazarların yeni ifadelerinde zafer kazandığını görüyorlardı.[6] Bu konuda da yenilikçi değillerdi. Hem katı bir yönetim biçimi hem de gevşek bir toplum biçimi olarak demokrasi İkilisi, Platon’la birlikte aklileştirilen demokrasi nefretinin özgün halidir.

Bu aklileştirme, daha önce gördük, aristokratik öfkenin basit bir ifadesi değildir. Bir anarşiden ya da saygısız çocukların veya inatçı eşeklerin sokakları tıkamasından daha ürkütücü bir farksızlaşmayı, belirsizleşmeyi savuşturmayı sağlar. Yönetenle yönetilen arasındaki birincil belirsizlik, en iyilerin ya da iyi ailelerde doğanların doğal iktidarının besbelliliği tel tel döküldüğünde ortaya çıkar. Bir araya gelmiş insanların siyasal yönetimi için, bir unvanı olmamak dışında özel bir unvana gerek olmamasının yarattığı belirsizliktir bu. Demokrasi, her şeyden önce, politikanın bu paradoksal konumudur. Her meşruiyetin kendi nihai meşruiyet eksikliğiyle, eşitliksiz olumsallığını destekleyen eşitlikçi olumsallıkla yüzleştiği noktadır.

Demokrasinin nefreti sürekli kışkırtmasının nedeni budur. Gene bu nedenle bu nefret, Platon’un çağında eşeklere ve atlara gülenlerin tonu veya yorgun düşmüş Fransız Beşinci Cumhuriyeti zamanında Loft Story’nin bölümlerine ve Benetton kampanyalarına yönelen öfkeli küçümsemeler gibi, hep kılık değiştirmiş olarak ortaya çıkar. Bu eğlenceli veya diş gıcırdatan maskelerin arkasında, öfkenin çok daha ciddi bir konusu vardır. Eşitsizliğin kendisinin kabul edilemez eşitlikçi konumunu hedef alır. Öyleyse, demokrasinin düşmanının olmadığı bir durumdan endişe duyulması gerektiği nutkunu atan profesyonel veya amatör sosyologların içlerini rahatlatabiliriz.[7] Demokrasi, böylesi bir rahatlığın yarattığı kaygıyı göğüslemeye hazır değildir. “Herkesin ve hiç kimsenin yönetimi”, insanları yönetmek için bir unvan, -doğum, zenginlik ya da bilgi- gösterebilenlerin tümünün bitmez tükenmez nefretinin nesnesi olmaya mahkûmdur. Günümüzde demokrasi şimdiye değin hiç olmadığı kadar radikal biçimde böyle bir nefret nesnesidir; çünkü zenginliğin toplumsal iktidarı kendi sınırsız büyümesi önündeki hiçbir engeli artık hoş görmüyor ve bu iktidarın içgücü, devlet eylemlerinin içgücüne her geçen gün daha yakından eklemleniyor. Şu sözümona Avrupa Anayasası tersinden bunu kanıtlar: İndirgenemez “halk iktidarı”nı oligarşik anayasalar içine kaydetme amaçlı bilgiç hukuki yapıların zamanı değil artık. Bu siyasa ve siyaset bilimi figürü arkamızda kaldı. Devlet iktidarı ve zenginliğin gücü, eğilimsel olarak, para ve nüfus hareketlerinin biricik uzmanlığında bir araya geliyor. İkisi birlikte politikanın alanını daraltmaya çabalıyor. Lâkin bu alanlan daraltmak, politik olanın kabul edilemez ve vazgeçilemez temelinin “herkesin ve hiç kimsenin yönetimi” içinde olduğunu unutturmak, başka bir savaş alanı açmak, doğum ve nesep güçlerinin yeni ve daha radikalleşmiş bir figür altında yeniden ortaya çıkmalarına şahit olmak demektir. Eski monarşilerin ve aristokratların gücü değil, Tanrı’nın halklarının gücüdür bu. Bu güç, oligarşik hukuk devletleriyle özdeşleştirilen bir demokrasiye karşı İslamcı radikalizm tarafından uygulanan terörde kendini tüm çıplaklığı içinde ortaya çıkarabilir. Amerikalı evanjelistlerin, İncil’in emirlerine uyan ve mülklerini korumak için silahlanan aile babalarının özgürlüğüyle özdeşleştirdiği bir demokrasi adına, bu teröre karşı savaş açan oligarşik devleti destekleyebilir. Fransa’da ise, demokratik sapkınlığa karşı, bir nesep ilkesinin kurtarılması olarak kendini ifade edebilir. Bu nesep ilkesini bazıları belirsiz genelliği içinde bırakırken, başkaları ise, tekellüfsüz, Musa’nın Tanrı’nın kelamından bildirdiği halkın yasasıyla özdeşleştirir.

Demokrasinin Kur’an adına yıkımı; On Emir’in hayata geçirilmesiyle özdeşleştirilen demokrasinin savaşçı yayılışı; ilahi çobanın ölümüyle özdeşleştirilen demokrasiden nefret etmek... Tüm bu çağdaş figürlerin en azından bir meziyeti var. Demokrasiye karşı veya onun adına sergiledikleri nefret ve demokrasi kavramını tabi kıldıkları birleşimler vasıtasıyla, bu figürlerin hepsi bizi demokrasiye özgü olan o tekil gücü yeniden keşfetmeye mecbur bırakıyor. Demokrasi, ne oligarşiye halk adına hükmetme imkânı veren yönetim biçimidir ne de metanın gücünün düzenlediği toplum biçimidir. Demokrasi, oligarşik iktidarların elinden kamusal yaşam üzerindeki tekeli, zenginliğin iktidarının elinden yaşamlar üzerindeki mutlak gücü sürekli geri alma eylemidir. Bu iktidarların bir ve aynı tahakküm yasasında birbirine karışmasına karşı, şimdiye dek hiç olmadığı kadar günümüzde bir mücadele gücüdür. Demokrasinin tekilliğini yeniden keşfetmek, aynı zamanda demokrasinin yalnızlığının bilincine varmak demektir. Uzun bir dönem, öğeleri günümüz toplumunun içinde biçimlenecek bir yeni toplum fikriyle demokratik gereğin üstü kaplandı veya böyle desteklendi. “Sosyalizm”in ifade ettiği buydu: Üretimin ve değişimin kapitalist biçimlerinin eşitlikçi bir topluma ve onun dünya çapında genişlemesine uygun maddi koşulları oluşturduğuna dair bir tarih tasavvuru. Bu tasavvur, bugün bile bir komünizm ya da çokluğun demokrasisi umudunu diri tutuyor. Bu tasavvura göre, kapitalist üretimin gayri maddi biçimleri ve bunların iletişim evreni içinde yoğunlaşması, hemen bugünden itibaren yeni tür bir göçebe “üreticiler” nüfusu oluşturuyordur. Kolektif zekâyı, imparatorluğun engellerini havaya uçurmaya uygun bir kolektif düşünce, duygu ve vücut hareketlerini biçimlendiriyorlardır.[8] Halbuki demokrasinin manasını kavramak, bu imandan vazgeçmek demektir. Bir tahakküm sistemi tarafından üretilen kolektif zekâ ancak bu sistemin zekâsı olabilir. Eşitsiz toplum, böğründe hiçbir eşit toplum taşımaz. Eşitlikçi toplum, yalnızca tekil ve süreklilik güvencesi olmayan edimler vasıtasıyla, şimdi ve burada izi güdülen, eşitlikçi ilişkilerin bütünüdür. Zenginliğin gücüyle ve bugün zenginliği hem destekleyen hem de ona meydan okuyan nesep gücüyle olan ilişkisinde, demokrasi çıplaktır. Demokrasi, şeylerin doğasına hiçbir şekilde dayanmadığı gibi, herhangi kurumsal bir biçimin de garantisi altında değildir. Hiçbir tarihsel zorunluluktan doğmadığı gibi, bünyesinde herhangi tarihsel bir zorunluluğu da barındırmaz. Demokrasi, sadece kendi edimlerinin süreklilik ve sebatına emanet edilmiştir. Bu durum, düşüncenin kesin yetkililiğini uygulamaya alışanlarda korku, hatta nefret uyandırabilir. Ama zekânın eşit gücünü herkesle ve herhangi biriyle paylaşmaya hazır olanlaraysa, tersine, cesaret, dolayısıyla neşe verebilir.

Jacques RanciéreDemokrasi Nefreti s.79-105

Dipnotlar
[1] Raymond Aron, Démocratie et totalitarisme, Gallimard, 1965, s. 134. [Türkçesi: Demokrasi ve Totalitarizm, çev. Vahdi Hatay, Kadim, Ankara, 2011.]
(i) Ecole nationale d’admistration, kısaca ENA, bir kamu yönetimi yüksek okuludur ve Fransa’da üniversite sistemi dışındaki önde gelen yüksek eğitim kurumlarının ortak adı olan Grande Ecole’lerden biridir. ENA mezunları genellikle hükümetlerde bakan olarak önemli bir çoğunluğu oluşturur ve kamu hizmetinin üst kademelerinde yer alanların çok büyük bir kısmı ENA veya başka bir Grandes Ecoles mezunudur - ç.n.
(ii) Fransa’da Avrupa Birliği Anayasası’nın oylandığı referandum 29 Mayıs 2005 tarihinde yapıldı. Katılımın %69 oranında olduğu referandumda, seçmenlerin %55’i “hayır” oyu kullandı - ç.n.
[2] “Liberalizm” sözcüğünün kendisi bugün her türden kafa karışıklığına katkıda bulunmaktadır. Avrupa solu, tabu olan kapitalizm sözcüğünden kaçmak için bu sözcüğü kullanıyor. Avrupa sağıysa serbest piyasa ve demokrasinin el ele yürüdüğü bir dünya tasarımını anlatmak için kullanıyor. Liberal sözcüğünün din, aile ve toplumu yıkan solcu manasına geldiği Amerikan evanjelist sağı, bu ikisinin farklı şeyler olduğunu neyse ki bize hatırlatıyor. Serbest rekabet piyasasında ve Amerikan borcunu finanse etmede “komünist” Çin’in sahip olmaya başladığı ağırlık, özgürlüğün avantajlarıyla ve özgürlüğün olmamasının avantajlarını faydalı bir biçimde bir araya getirerek, bunu başka bir biçimde kanıtlıyor
(iii) Fransızcada en trompe-Voeiî göz aldanması anlamına gelir. Ne var ki, yazar burada daha ziyade sanat tekniği olan haline gönderme yapıyor. Bir dönem Avrupa resminde sıkça kullanılan bu teknik, iki boyutlu bir görüntünün içinde üç boyutluluk yanılsaması yaratmak için kullanılıyor. Bu teknikle üretilen resimlerde genellikle çerçeve olarak bir pencere ya da kapı kullanılır ve kapının/pencerenin içinde üç boyutlu gibi görünen başka bir görüntü vardır - ç. n.
[3] Bkz. Linda Weiss, The Myth of Powerless State: Governing the Economy in a Global Era, Ithaca, Polity Press, 1998.
[4] Bu figürün ortaya çıkışı ve evrenselin yanı sıra ezilenlerin sözcüsü olan geleneksel entelektüel figürüyle bağlantılı olarak bu figürün yeniliği hakkında bkz. D. ve J. Rancière, “La Légende des intellectuels”, J. Rancière, Les Scènes de peuple içerisinde, Horlieu, 2003.
[5] Maurice Dantec, Le Théâtre des opérations: journal métaphysique et polémique 1999 ve Laboratoire de catastrophe générale, journal métaphysique et polémique 200-2001, Gallimard, 2003, s. 195.
[6] Bu temalara ilişkin iyi bir antoloji için bkz. Hippolyte Adolphe Taine, Vie et opinions de Frédéric Thomas Graindorge, Hachette, 1867. “Edebiyatta demokrasi” için bkz. Armand de Pontmartin’in Nouvelles Causeries du samedïdtkï (Michel Very, 1860) Madame Bovary eleştirisi.
[7] Krç. Ulrich Beck, Democracy Without Enemies, çev. Mark Ritter, Polity, 1998 ve Pascal Bruckner, La Mélancolie démocratique: comment vivre sans ennemis?, Seuil, 1992.
[8] Bkz. Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Harvard University Press, 2001 ve Multitude: War and Democracy in the Age of Empire, Penguin, 2004 [Türkçesi: İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı, İstanbul, 2001 ve Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı, İstanbul, 20041.

[Kitap içinde çevirmene ait açıklamalar * ile gösterilmiştir.  / Potlaç]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder